“Ben Lefkoşayım!”
Lefkoşa, bilhassa “Eski Lefkoşa” ya da “Şeher” benim için her zaman bir ilham kaynağı olmuştur. İçinde doğup büyüdüğüm, çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim bu sokakları, surları, anıları sayfalarca yazsam yine bitiremem (yazmaya doyamam).
Onu yazmak benim için bir tutkudur, bir aşktır… Lefkoşa aşk(ıdır)tır…
Fotoğraflardan okuduğumuzda Lefkoşa Suriçi bir bütündü, henüz ayrılmamış, bölünmemişti o zamanlar. Literatürümüzde “Yeşil Hat” diye bir şey yoktu, belleklerimize yerleşmemişti. Sonrasında ise şehri boylu boyunca ortadan ikiye bölen ve böldüğü yerleri de viraneye çeviren bir hat çizildi tam ortasından bu yaşlı şehrin. Ve Lefkoşa’mın önüne “Kuzey” ve “Güney” geldi, istemeden, istemsizce… Ara şimdi eski günlerin güzelliklerini, cazibesini, tılsımını ve dokusunu… Ara ki bulasın!
Yolları, sokakları, kerpiçten evleri, çan kuleleri, minareleri ile bir başkadır Bizans döneminin sonlarından başlayıp Bizans’ın, Lüzinyan’ın, Venedik’in, Osmanlı’nın, İngiliz’in ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin başkenti olan Lefkoşa. Onunda bir duygusu, bir kalbi, hisleri ve coşkusu vardır. Taş değildir kalbi… İçine gömdüğü acıları, sıkıntıları ve kimseye anlatamadıkları, sesinin düğümlendiği zamanları vardır.
Bizler her dönemde, her kuşakta bilinçsizce çalarken onun benliğini kendinden, birer birer koptu yürek parçaları, dağıldı, dağlandı, parçalandı ve haykırdı sessiz sessiz, içinde yok olarak…. Yaraladık onu, zedeledik, ağlattık ve öldürmek istedik. Ama o diz çökmedi her daim “Ben Lefkoşayım!” diye bağırdı, bağırdı, bağırdı…
O her daim sessiz, sakin şehri bile içinden çıkarttık yani.
İlkin 1373 yılında rastlanır Lefkoşa’nın mahallelerine… Araştırmacı-yazar, arkeolog Tuncer Bağışkan, şöyle aktarır 20 Ocak 2014 tarihli Adres Kıbrıs’taki yazısında; “Günümüz Lefkoşa’sı ilkin ‘Lidir’ ile ‘Lidra’ adlarıyla bilinirken, Lüzinyan döneminde ‘Nicosia’ adıyla ve en sonunda ise ‘Lefkosia’ (Lefkoşa) adıyla bilinir olmuştur. Lüzinyan dönemi yazarlarından LeontiosMakhairas, 6.12.1373 tarihi itibarıyla Lefkoşa’da ‘Ermeni’, ‘Kallikeion’ ve ‘Amaxareion’ adlarını taşıyan mahallelerin bulunduğunu yazmıştır. Yine 1468 yılı itibarıyla Lefkoşa’da ‘Carmelites Kilise Mahallesi’ adını taşıyan bir mahalle de vardı” şeklinde aktarmıştır Şeher’in ilk mahallelerini.
Ve ibadethanelerin çevrelerinde toplanan evlerin oluşturdukları mahalleler çoğaldı sonralarda.
Vakti zamanında Lefkoşa’nın önde gelenleri onu mahallelere, sokaklara bölmüşler ve bu mahalle ve sokakları isimlendirmişlerdi. Bu isimler de Osmanlı’da Kıbrıs Savaşı’nda görev yapan paşalarının ve beylerinin isimleriydi. Şimdi baktığımızda bu sokakların isimlerine “Arab Ahmet Paşa, Mahmut Paşa, Haydar Paşa” gibi isimleri görmekteyiz.
Osmanlı’nın Lefkoşa’yı aldıktan sonra yönetimine baktığımızda, şehrin savaş tahribatının giderilmesi için çalışmalar yaptıkları bilinmekte.
Harita ve Fotogrametri Mühendisi Halil Giray bu çalışmayı şu sözlerle anlatır: “Öncelikle sivil ve asker görevliler ile ailelerine Lefkoşa Surlariçi’nde bulunan ve savaş sırasında veya sonrasında Ada’yı terkeden veyahut savaşta ölen Venedikli yönetici ve asillere ait olan binalar, saraylar tahsis edilmiş; buna paralel olarak da Anadolu’dan getirilen Türk aileler boş evlere yerleştirilmiştir. Ayrıca, savaştan önce Venedikliler tarafından şehirden sürülen ve dağlara sığınan Rumların az bir bölümüne de şehre dönme izni verilmiş ve bunlar Surlariçi’nin özellikle güney bölümündeki evlerine oturtulmuştur.”
Lefkoşa’nın mahallelerinin resmi isimleriyle kaydı şöyle tutulmuştu:
1-Arab Ahmet Paşa
2-Mahmud Paşa
3-İbrahim Paşa
4-Ak Kavuk (Ak Kavuklu) Paşa
5-Ayios Lukas (Aylûka)
6-Abdi Çavuş (Abdi Paşa)
7-Yeni Cami
8-İplik Pazarı ve Korkut Efendi
9-Ayia Sofia
10-Haydar Paşa
11-Ayios Kasiyanos (Kafesli)
12-Hrisaliniotissa
13-Taht-el Kale
14-Ayios Yuannis (Ayyanni)
15-Ömerge (Daniel Paşa)
16-Ayios Sava (Aysava)
17-Tabakhâne
19-Növbethâne
20-Karamanzâde
21-Ayios Andreas (Top-hâne)
22-Tripiotis
23-Ayioa Antonios (Ayandoni)
Yine Tuncer Bağışkan’ın notlarında Osmanlılar adaya geldikten sonra mahalle sayısı 12 olarak gösterilir ve bu mahalleler arasında yukarıda ismi yazılı olmayan ‘Yahya Paşa (Feneromeni)’ ismine de rastlanır.
Her sokağında bir çeşme ve o çeşmeden akan şırıl şırıl serin sularıyla bir başkaydı Lefkoşa… İnsanların savaşı, kanı, kini, gözyaşını bilmediği yıllardı. Henüz yasemin ve gecetütenlerin kokusuna barut kokuları karışmamıştı Şeher’de…
Yer yer iç içe geçen mahallerde yaşayan Lefkoşalıların dostluğu ve insanlığı da bir başlaydı ve her aşta pişen yemekten, komşunun da nasibini aldığı güzel günlerdi. Kokusu tüttü mü yemeğin, komşuya da bir tabak vermek adettendi.
Osmanlı kayıtlarına baktığımızda, eski Lefkoşa’da 13 mahalle, bu mahallelerde camileri ve sokak çeşmeleri vardı… Daha sonradan da nüfus arttıkça ve büyüdükçe bu mahalle sayısı 23’e çıkarılmıştı…
1723 yılı Tahrir Defteri’nde de Lefkoşa’da mahalle sayısı 16 olarak gösterilir.
Sadece camiler mi? Değil… 9 tane de Rum ve Ortodoks azizlerine verilen mahalle isimleri ve bu mahallelerde de “Ayios” ile başlayan kiliseleri de vardı. Tam bir inanç, dil ve kültür harmanlanması ile “zengin”diŞeher…
M.S. 1192 ve 1570 yılları arasında 50 bin nüfusluydu Lefkoşa…
Farklı diller, farklı dinler, farklılıklar hiç yadırganm(az)dı Lefkoşa’da… Bundandı zaten mahallelerinde farklı kültürlere ait şarkıların tınılarının yükselmesi, çan seslerine ezanın karışması, dini günlerin karşılıklı saygıyla karşılanması ve aşkları…
Küçük bir daire içinde bir tur attığımızda Lefkoşa’da, meşhur küçük camii Araplar’ın hemen yanıbaşında devasa Feneromeni Kilisesi bulunurken, AkkavukMescidi’ninyanıbaşında da Ay. Lûka Kilisesi’ni görmekteyiz. Dükkânlarönü Camii’nin hemen arkasında Ermeni Kilisesi, sağında da Katolik Kilisesi’ni görmekteyiz. Böylesine zengindir Lefkoşa…e
Türküyle, Rumuyla, Ermenisiyle ve Maronitiyle…
Her mahallesinin de iki muhtarı vardı. Biri Türk, biri Rum… Bu bile yetiyordu monotonluğunu almaya…
Ve muhtarlar da Kaza Komiserleri tarafından valiye tavsiyeye göre tayin edilirlerdi.
1694 yılı kayıtlarında başkentin mahallelerinde ‘Saray Ardı Mahallesi’ ve 1745’te de ‘Kızkule Mahallesi’ne de rastlanır.
Şehir bölünmeden, şuursuzca betonlaşmadan, eski dokusunun ve kültürünün özelliklerini kaybetmeden bahçeli kerpiç evlerinden gökyüzüne yükseliyordu hurma ağaçları ve limon ağaçlarının sararan tomurcukları bekleniyordu mevsiminde.
Yaseminler toplanıp, iplere dizilirken, sevgilinin boynuna asılmayı bekliyordu, ferah yaz akşamlarında.
1882 yılında gün battığında yanan fenerlerle aydınlanırken Lefkoşa’nın sokakları, Beşparmakların esintisiyle toprak ve tarih kokuyordu.
Daracık sokaklarında yürüyenler, pencere önlerinden geçerken ev ahalisine rahatsızlık vermeden yavaş adımlarla ilerlerken, sevgililer de kulaklara fısıldayan sözlerle aşk sözcüklerini sıralıyordu.
Yavaş yavaş çoğalan insanlar ve yaşlanan şehir dar gelince, surların dışında da küçükten yerleşim yerleri oluşmaya başlamıştı bile.
Yeni mahalleler, yeni semtlere dönüşmeye başlamıştı.
1930’lu yılların başlarında Çağlayan, Yenikapı, Köşklüçiftlik, Yenişehir, Balcı Elması oluşuyordu yavaştan.
Hizber Hikmetağalar da “Eski Lefkoşa’da Semtler ve Anılar” kitabında şöyle yazar Lefkoşa için:
“Surlariçi Lefkoşa vaktiyle bir bütündü. Ortasından insafsızca bölünmemiş, ‘Yeşil-Hat’ boyunca sorumsuzca viran edilmemişti. İlk bölücü darbe olan İngiliz icadı Mason Dixon Hattı, 1956’da şehri ikiye ayırınca, kentin bütün şuhluğu o gün bir çırpıda uçup gitmişti. Ondan sonra, eski tılsımlı güzellik bir daha da geri gelmedi.
Lefkoşa kenti sadece, ağzı dili olmayan yollardan, kerpiç ya da taş binalardan ve görüş-duyuştan yoksun duvarlardan ibaret değildir. Onun da bizim gibi çeşitli duygularla çarpan bir kalbi, ünlü bir geçmişi, ama bilinçsizce zedelenen bir onuru vardır.
Ayrı dinlerden ve milletlerden insanların aynı mahallelerde barış içinde yaşadıkları gibi, bir caminin yakınında bir kilisenin bulunması da asla yadırganmazdı. Çoğu zaman ezan ve çan sesleri birbirine karışırdı. Bu gibi haller o dönemlerde bile olağan sayılan birer olaydı. Mesela Araplar Camiinin hemen yanında ünlü Faneromeni, Akkavuk mescidinin yanında da Ay Lûka kiliseleri vardı. Dükkânlarönü Camii’nin arkasında Ermeni, sağ yanında da Katolik Kiliseleri yer almaktaydı.
Karma mahalleler, camiler, kiliseler denince aklınıza kalabalıklar, gürültüler, şamatalar gelmesin sakın. Lefkoşa kenti, bilinsin ki bir zamanlar mozaiğinden bir taş bile kırılmadan, eksilmeden telâşsız, sakin ve kibar dönemler de yaşadı.
Vaktiyle Lefkoşa’nın her mahallesi, bir bütünün birer güzel kısmı iken; şimdi bunlardan bazıları ikiye bölünmüş şehrin bölük pörçük parçaları haline gelmiştir.
Unutulmamalıdır ki, bölünmemiş haliyle eski Lefkoşa’nın çok renkli ve çok romantik bir güzelliği vardı.
Hem de eskiden Lefkoşa’da yaşayan, şehrin bütün nimetlerini ve külfetlerini birlikte paylaşan Türk, Rum, Ermeni, Maronit v.s. hemşehrilerin varlığı, hayatın da beldenin de monotonluğunu gideren başlıca faktör idi…
Yirmiüç mahalleye ayrılmış bulunan surlariçi Lefkoşa’da hayat devam edip gidiyordu: Şehir, hem maziye ait çizgilerini henüz kaybetmeden, hem de yaşlandığı iyice belli olarak… Bahçeli evleriyle, hurmalı, bahçeleriyle… Kıvrımlı dar sokaklarıyla ve antika binalarıyla… varlığını sürdürüyordu.
Yıllar geçiyor, insanlar çoğalıyor ve Lefkoşa onlara artık dar geliyordu. Zamanla surlar dışında bazı noktalarda, seyrek de olsa yerleşimler gelişmeye ve semtler oluşmaya başlamıştı.
1930’lu yıllarda, o günlere göre belirmeye ve sivrilmeye başlayan bölgelere adları konmuştu bile: Kuzeyde Yeni Kapı ve Çağlayan; batıda Köşklü Çiftlik, aradaki açının ucuna da Yenişehir semtleri hep bu isimlerle anılmaya başlamıştı.
Dönemin o günkü yönetimi, bu semtleri ayrı birer mahalle yaparak Lefkoşa’nın diğer mahalleleri arasına katmadı. Belki oralarda henüz yeterince nüfus olmadığından, belki de idarî açıdan kendilerince daha pratik olacağından bu yeni semtleri, mevcut olan birkaç mahalleye bağladılar. Şöyle ki: ‘Köşklü Çiftlik’i Arab Ahmet Paşa, ‘Yeni Kapı ve Çağlayan’ı Yeni Cami ve ‘Yenişehir’ semtini de İbrahim Paşa mahallelerine ilave ettiler.
Lefkoşa Kaymakamlığı ve Belediyesi, güneydeki Ayios Omoloyitades (Balcı Elması) semtini ise, 1930’larda, doğrudan bağımsız bir mahalle olarak surlariçi Lefkoşa’nın diğer yirmiüç mahallesi arasına kattılar.
Lefkoşa’da her mahallede bir Türk, bir de Rum muhtar vardı.
O zaman muhtarlar, kaza komiserleri (kaymakamlar) tarafından ada valisine tavsiye edilen kişiler arasından ‘Vali Paşa’ tarafından resmen tayin edilirlerdi.”
Ben de işte bu Lefkoşa’nın Arabahmet’inde dünyaya gelmiş ve yıllar içinde karış karış her bir noktasını gezerek (kuzey ve güney), eski Lefkoşa ile yeni Lefkoşa arasında kâh hüzünlü, kâh mutlu bir zaman yolculuğuna çıktım.
Beni önce dedem Ahmet Gürses gezdirmeye başlamış, sonra da kendim yeni keşiflere çıkmıştım bu şehirde.
Zaman zaman elime aldığım bir fotoğraf karesinin peşine düştüm, bazen de okuduğum bir kitabın bir sayfasının, bu şehrin sokaklarında…
Uygundu Lefkoşa’nın sokakları yalnız dolaşmaya ve kaybolmaya, insanlarının yarattığı atmosfer de buna izin veriyordu.
Korkularım yoktu kötülüklere karşı, aşılanmamıştı henüz içimize o korkular. Kapı önlerinde oturan şehrin yaşlılarından çok su içtiğimi hatırlarım, ya da kuru pasta ikramları aldığımı…
Yaşlıdır Şeher, yaralıdır ama Lefkoşa’dır… Ve her sabah tan yeri ağarırken bir kez daha yaşlı gözlerle haykırıyor bizlere; “Ben Lefkoşayım! Ben Lefkoşayım! Duy sesimi ey insanlık Ben Lefkoşayım!”