Büyük Unutuşların Şehri
Serkan SOYALAN
“Şehir bir kitap gibidir” der Victor Hugo… Tam da büyük ustanın dediği gibi, kitaba benzer şehirler, satır satır, sayfa sayfa okunmak için. Okudukça sayfalar arasında nesiller boyunca bir yolculuğa çıkar insan. Kendini bir zaman tünelinin içinde bulur ve her baktığı boşlukta, farklı bir zaman dilimi kucaklar onu ve kulağına fısıldar; tarihin o tozlu, o sönük harfli, o büyülü sayfaları.
Eski fotoğraflar ve resimler konuşur, bağıra bağıra o günlerden günümüze uzanan. Anı yakalamak isteyen deklanşördeki parmakla, fırça darbelerini tuale vuran parmaklar yarışır adeta ‘o anı’ hangisi daha güzel yakalayacak diye. Fotoğrafa hapsolmuş insanların ve hayvanların sesleri ve soluk alışları yaşatır ‘o anı’.
Lefkoşa’nın o siyah beyaz fotoğrafları arasında gezinirken duydum çığlığını yaşlı şehrin. Günümüzde bölünmüş tek başkent olan Lefkoşa’nın bir bütün olduğu yıllardan, çıkıp gelen ‘o an’lardı bunlar.
‘Ledra’ olarak başladığı şehir yolculuğunda yıllar içerisinde ‘Ledrae’, ‘Lidir’, ‘Ledras’, ‘Ledron’ ve ‘Letra’ olarak da anılan Şeher, büyük bir yıkıma uğradıktan sonra Leucus tarafından yeniden yapılınca adı da beyaz tanrıların şehri anlamına gelen ‘Lefkotheon’ olur.
Bizanslı Hierocles, Synekdemos kitabında ‘Lefkousia’ ismini okuyoruz. 13’üncü yüzyıla uzandığımızda ise Konstantinapolis Patriği Lefkoşa’dan güzel zafer anlamına gelen ‘Kalli Nikesis’ olarak bahseder.
Sadece bunlarla da sınırlı değil, şehrin üzerine konulan isimler, 1176 yılında keşiş St. Neophytos, bir vaazında ‘Leucopolis’ olarak bahsetti bu şehirden. 10’uncu yüzyıldan sonra da artık ‘Lefkoşa’ olarak anılmaya başlandı ve günümüze kadar geldi.
O dönemlerden günümüze binlerce resim ve fotoğraf karesinde yer buldu Şeher. Her bir resmin veya karenin kendince söyleyecek oldukları vardı. Sadece insanlar değildi konuşan, hayvanlar, caddeler, sokaklar, binalar, katedraller, camiiler, köprüler, hatta Dikili Taş…
Şehrin Avrupa dillerinde ‘Nicosia’ olarak geçmesi üzerine, birçok rivayet söylense de bu ismin Sicilya’daki ‘Nicosia’ isimli kasabaya dayandırılanı bana en yakın gözükendir.
9 Eylül 1570’de kös sesi ile bangır bangır titreyen Lefkoşa’ya ayak basan Piyale Paşa önderliğindeki Osmanlı ordusu da bu şehre ‘medine-i Lefkoşa’ adını vermişti.
Belki Neolitik Çağ’da, ilk sakinlerini ağırlayan Lefkoşa’nın o günlerden kalma bir resmi, bir fotoğrafı yoktur ama tarihin izlerine kazınan o günlerin anlatıları, kitap sayfalarının arasında bizlere anlatıyor o çağları.
Afrodit’e adanmış bir tapınağın ‘Aşk ve Güzellik Tanrıçası’na söylediği aşk sözlerini anlatır belki bir taş duvar, yazıt veya gravür.
Bizans günlerinde bir sıçrama yaşayan şehir, 7’nci yüzyılda Arap akınları sırasında baş şehre dönüşür ve merkez olur.
11 Nisan 1192 günü Tapınak Şövalyeleri’ne karşı büyük bir isyan başlar Lefkoşa’da… Elleri kanlı şövalyeler bu isyan karşısında zora düşünce, büyük bir katliama girişir. Kana bulanan Lefkoşa’nın ardından da geride büyük acılar bırakarak adayı terkederler. Bu katliam da okunur ‘o an’larda.
Lüzinyanlılar döneminde mimariye önem gösterildi ve çokça inşalar yapıldı şehre. Venedikliler döneminde ise bu yapıların çoğu yerle bir edilerek, hapsedildi Guilio Savorgnano’nun planını çizdiği surlar arasına Lefkoşa. İçine kapandı, kapılarını kapattı. O dönemde oluştu korkuları, Tapınak’çıların acıları belleklerde taze iken.
Dini açıdan da önemli bir merkezdi Lefkoşa… Adadaki dört piskoposluktan biriydi. 1212’de başpiskoposluk merkezine dönüştü.
1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de başkenti oldu bu şehir. Bir gece yarısı Temsilciler Meclisi’ne İsmet Vehit Güney’in çizdiği Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağının çekilmesiyle son buldu adadaki Britanya hâkimiyeti.
***
Osmanlı döneminde yeni konuklarını ağırladı Lefkoşa ‘Türkleştirme’ adı altında. Biraz uyum sorunu yaşadıysa da bir şekilde kabul etti yeni misafirlerini de. Şehrin içinde meslek erbabı olmayan yerliler, şehrin dışına gönderilip, meslek sahibi olan yeni Lefkoşalılar yerleştirilmişti onların evlerine.
Sadece insanlar değildi değiştirilen, 1209 tarihinde yapılan ve ihtişamıyla bir simgeye dönüşen St. Sophia Katedrali de Osmanlı’dan nasibini almış ve haçları kırılarak, çan kuleleri yerine minareler eklenmek suretiyle Selimiye Camii’ye dönüştürülmüştü.
O dönemi yansıtan çizimlerde ve resimlerde kaldı şimdi St. Sophia Katedrali’nin dimdik ayakta durduğu günler. St. Sophia’nın altına gömülü olan soyluların ‘o an’ları ise sadece mezar taşlarında kaldı…
Yine 14’üncü yüzyılda yapılan Lüzinyan yapılarının en güzellerinden biri olan St. Catherine Kilisesi’ni de o güzelim gotik mimarisine aldırmadan Haydar Paşa Camii’ye çevirdik. St. Catherine olduğu dönemdeki anılar da sadece tek tük çizimlerde kaldı.
Değişim bununla da sınırlı kalmadı Şeher’de… Bundandır zaten akıl karışıklığı da… Eski bir Latin kilisesi bulunan yerdeki yapı yıkılıp, 1902 yılında Ali Paşa tarafından Sarayönü Camii yapılır yerine. Sonra camiyi Evlendirme Dairesi’ne, sonra yeniden camiye döndürdük. Değiştirip durduk. Evlenmeye gidenin karşısına camii, ibadete gidenin karşısına da evlilik imzalarının atıldığı daire çıktı… Sonraki yıllarda da kumarhane makinelerinin zillerine, ezan sesleri karıştı Sarayönü’nde…
Yetti mi bu değişim Şeher için? Yetmedi…
Eskiden Latin kilisesi olarak kullanılan yere biz hamam inşa ettik ve St. George Kilisesi’ni, Büyük Hamam’a dönüştürdük. Hamam günlerinden kalan fotoğraflarda, Latinlere aldırmadan gülümsedik durduk objektiflere. O fotoğraf karelerinden yansıyan konuşmalara kulak kabarttığımızda da su sesine karışan kahkahalar çıktı karşımıza.
Lefkoşa’yı ziyaret edenlerin konaklayabilecekleri yer konusunda ciddi sıkıntılar yaşanmasıyla birlikte Osmanlı Valisi Muzaffer Paşa tarafından dörtgen bir plan üzerine bir han inşa edilir. Büyük Han adı verilen bu han tarih içerisinde farklı misafirlerini ağırladı… Göçmenleri, evsizleri, mahkumları, günümüzde de turistleri…
Boyuna değişti durdu sahibi Şeher’in… Her giden bir şeyini aldı götürdü, her gelen yeni bir şeyler getirdi. Yeni getirilene alışmak isterken, yine değişti ve hep bir şeyler belirsiz kaldı.
Bu kez de çıkagelen Birleşik Krallık oldu 1878’de… Britanyalı askerler, uygun adımlarla Girne Kapısı’ndan Lefkoşa’ya girmiş, boylu boyunca yürüyerek Baf Kapısı’na çıkmış ve orada bulunan Değirmen Burcu’na ilk Britanya bayrağını çekmişti.
Kaç bayrak, kaç amblem, kaç sistem gömmüştü ki içine bu yaşlı şehir, buna da alışacaktı.
Britanya döneminde sadece sur içinde kalmadı, surların dışına da taştı Lefkoşa…
Hatta 1905’te tren bile geldi Kaymaklı’ya ve 1955 yılına kadar da tekerlek döndürdü. Bu trenin anıları da ‘o an’larda ve Evrychou’da kaldı.
Şehrin su sıkıntısı çekmemesi açısından Osmanlı döneminde yapılan Arab Ahmet ve Silihtar suyolları ile su getirildi bu şehre.
1963’ün Aralık ayında kana bulandı Lefkoşa. Silah sesleri böldü gecenin sessizliğini, Noel’in en kanlısıydı yalananlar sokaklarında… Zeki Halil ve Cemaliye Emirali’nin canhıraş çığlıklarına, Dr. Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet ve Kutsi, Murat ve Hakan’ın iniltileri karıştı…
Kan ile yaralanan şehir, kırmızı ile değil de elde kalan tek renk kalem olan yeşil ile bir çizikle, bölündü ortadan ikiye ve Lefkoşa’sının önüne ‘Kuzey’ ve ‘Güney’ adlarını da aldı.
15 Temmuz’da Yunan kurşunları, 20 Temmuz’da da Türkiye’nin kurşunları dövdü bu şehrin duvarlarını. Savaş uçakları titretti, hamurları sökülmüş olan pencere camlarını.
1313 ve 1360 yılları arasında da Rumlar ve Latinlerin kanlı çatışmalarına da sahne olmuştu bu şehrin sokakları, caddeleri ve anıtları.
Büyük yer sarsıntılarını da yazdı tarih sayfaları ve onların izleri de yansıdı çizimlere, konuşurcasına günümüzle.
Günümüzde bolca konuştuğumuz su baskınlarının en büyüğü 1330 yılının Kasım ayında yaşandı ve tam üç bin kişi yaşamını yitirdi bu su baskınında.
Büyük unutuşların şehridir Lefkoşa… Yaşadığı acı olayların hepsini yuttu bu şehir ve şişti karnı. Acıyla, gözyaşıyla, kederle ve ölümlerle. Kocaman karnının içinde hapsetti acılarını ve devasa bir ödem oluşturdu vücudunda. Ne Tapınak Şövalyeleri’ni, ne büyük depremleri, ne su baskınlarını anar oldu. Cenevizlilerin ve Memlüklüler’in vermiş oldukları büyük hasarları unuttuğu gibi.
1550’de Venedikliler tarafından Lefkoşa’nın merkezine dikilmiş olan Salamis’ten aşırtma Venedik Sütunu’nun üzerindeki St. Mark aslanını soran yok… Unutuldu… Ya da Osmanlı’nın gelmesiyle sütunu söküp kaldırması, İngilizlerin de 1915’ye aslansız yeniden dikmesini…
1741’de yaşanan büyük depremde yıkılmıştı Selimiye’nin güneye bakan minaresi… Bunu da unuttu bu şehir.
Birçok kez karanlıkta da kaldı yaşlı şehir… 1947’de 116 gün elektriksiz kaldı, santralde meydana gelen patlamadan dolayı. Meşhur unutuşlarına bunu da ekledi…
1931 İsyanı’nda büyük ayaklanmayı ve hükümet binasının yakılmasını nasıl unuttu? Tıpkı Tahtakale bölgesi çatışmaları gibi.
EOKA ve TMT’de nasibini aldı bu büyük unutuştan.
2003’te büyük bir ayrılığın ardından yeniden buluştu toplumlar, tarif edilemez bir coşkuyla. Bu coşkuyu da unuttu, unutturuldu zamanla.
Ermenilerin kesme taştan evlerinde yaşamları ve kendine has kültürleri de unutulup gitti, onlar gibi.
1845’te yapılan Arap Ahmet Camii’nin bahçesinde bulunan mezarlardan birinde Osmanlı’da Sadrazamlık görevinde de bulunan Kamil Paşa’nın da yattığı Lefkoşa’nın umurunda mıdır?
1873 yılında şehre giren ilk telgraf da gitti belleklerden.
1924’te yaşanan Dr. Behiç’in acısını da unuttu tabii ki bu şehir.
Trafik kazalarından her yıl onlarca insanını yitiren şehre ilk araba 1907 yılında gelirken, toplu taşımacılık açısından pek de bir dolaşım ağı olmayan Lefkoşa’ya ilk otobüs servisi de 1929’a dayanıyor. Girne Kapısı’ndan kalkan bu otobüsler de şimdi hatırlanmıyor bile.
Ya da 1949’da açılan ve bölgenin en gelişmiş havaalanına sahip olan Lefkoşa’nın, bu uçuşları belleklerde mi? Yoksa sadece fotoğraflarla, filmlerde mi kaldı. Hani Türk sinemasının jönlerinden Tarık Akan’ın ‘Esir Hayat’ isimli filmin açılışında kullandığı Uluslararası Lefkoşa Havaalanı sahnelerindeki gibi…
1953’te Kraliçe Elizabeth’in tahta çıkışı nedeniyle inşa edilen platforma çıkıp Elizabeth’in tahta çıkışını ilan eden İngiliz valisinin konuşmasını hatırlıyor mu bu şehir? Ve o platformdaki İngiliz armasını?
Büyük unutuşların şehridir Lefkoşa, büyük yok oluşların… Hazımsızlıkların…
1995 yılındaki büyük Beşparmak Dağları yangınını uzaktan izlerken gözü yaşlı şehir, 1999 yılındaki Devlet Tiyatrosu’nun yanmasına da evsahipliği yaptı. Bu yangınları da içine gömdü.
Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın tasfiye edilme sürecinde ve Lefkoşa Türk Belediyesi’nde Cemal Bulutoğulları’nın başkanlığı döneminde yaşanan dramlara da tanıklık etti. 2000’de de mudi krizini ağırladı…
2004 Annan Planı referandumunun en ateşli şehriydi Lefkoşa ve İnönü Meydanı’nı inleten Toplumsal Varoluş Mitingleri’nin… Şimdi hepsi unutulmuşluklara eklendi.
Afrika Gazetesi’ne saldıran ve ardından meclis damına çıkarak bayraklar açan faşistlerin hareketlerini gözü yaşlı izlerken bu şehir, birkaç gün sonra yağmurun altında gerçekleştirilen büyük yürüyüşle tebessüm etti. O gözyaşlarını da sineye çekti.
Unuttu bu şehir bütün yaşanmışlıklarını ve hunharca katletti ‘o an’ları… Ders çıkardı mı, çıkarmadı mı bilinmez ama, her gelip geçen bir şeyini aldı götürdü eskisinden, yeni gelen her bir şey de arattı geçmişte kalanı…