Serkan Soyalan yazdı:İstanbul Sinema Müzesi
İstanbul Sinema Müzesi, Beyoğlu’nda sinema tarihinin birçok eserine ev sahipliği yapıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Yıl Nutku’nu okurken çekildiği kamera, Lumiere Kardeşler’in 1890 tarihli sinematografı, Türk Sineması’nın en önemli isimlerinin ses getiren filmlerde giydiği kıyafetler ya da akıllara kazınan Gulyabani gibi karakterin kostümleri müzede sergilenen eserlerin başlıcaları.
130 parçadan oluşan eşsiz koleksiyona sahip müze, alanında dünyada ilk üç arasında
yer alıyor.
Müzenin bulunduğu binaya da ayrı bir paragraf açmak gerekiyor.
19’uncu yüzyıla ait tarihi bir binada yer alan Sinema Müzesi’nin binası, aslında bir konak olarak inşa edilmiş.
Binanın sahibi, dönemin padişahı Sultan Abdülaziz’in arkadaşı ve aynı zamanda sarayın sarrafı olan Agop Köçeyan’dı. 1870’deki Büyük İstanbul Yangını sonrası restore edilen bina, ilk önce konut olarak kullanıldı. Yıllar içinde pek çok kez el değiştiren binanın sonunda sanat ve kültür merkezi olarak kullanılmasına karar verildi. Nihayet 1948’de Atlas Sineması olarak hizmet vermeye başladı.
Rönesans döneminden etkilenilmiş binanın, detaylarında marküteri parkeler, alçı rölyefler, mermer şömineler ve Sultan Abdülaziz’in özel davetiyle gelen Hipolit Berto’nun tavan fresklerini görüyoruz.
***
1870 yangını sonrasında yeniden yapılanma sürecinin ilk ürünlerinden olan bina, taş ve dökme demir kullanılarak karkas özelliklerinde inşa ettirildi.
Paolo Girardelli’ye göre kışlık olarak yapılan bu konak, Roma’daki Palazzo Farnesse’yi örnek alarak neoklasik tarzda tasarlandı. Binanın günümüzde pasaj olarak kullanılan zemin katı, o yıllarda cins atların bakıldığı at ahırı olarak kullanıldı. Sonraki yıllarda ise bu kısım at cambazhanesine dönüştürüldü. Zemin kattaki avluda bulunan at ahırı ve at cambazhanesi olarak kullanılan pasaj, 1932 yılından sonra yeniden tamir ve onarımdan geçirilerek bir eğlence ve sanat merkezine dönüştürüldü.
Bu yıllarda yeniden kapsamlı ilave ve onarımlar yapıldı. Yıllar ilerledikçe günün ihtiyaçları doğrultusunda Köçeyan tarafından binanın mimarisinde değişiklikler yapılarak bitişik ek inşaat yapıldı ve konak kısmı ile birleştirildi.
Yapının mimarı hakkında somut bir veri bulunmamakla birlikte bazı kaynaklarda Andon ve Garabed Tülbentciyan kardeşlerin ismi geçmektedir. Bu fikrin temeli, yapının banisi olan Agop Köçeyan’ın Beyoğlu’nda inşa ettirdiği bazı yapıların mimarı olarak Tülbentçiyan kardeşleri seçmiş olmasıdır.
Bina, Köçeyan ailesinin 1922’de Avrupa’ya göç etmesinden ve Cumhuriyet’in kurulmasından sonra kamulaştırılarak Hazine’ye devroldu.
***
Ve Atlas 1948 Sineması… Bir zamanlar at cambazhanesi olarak kullanılan bölüme inşa edilen sinema salonu, 1948’den bu yana hizmet veriyor.
Döneminin en büyük sinemalarından biri olan Atlas 1948’in perdesinde bugüne kadar binlerce film gösterildi.
İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde bulunan tarihi Atlas Sineması, 2019-2020 yıllarında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından en ince detayına kadar orijinal halinin korunmasına dikkat edilerek restore edildi.
***
Yine müze içeriğine dönecek olursak, müze, birbirinden özel üç bölümden oluşuyor. Bunlardan ilki “Sinema Tarihi Müzesi”.
Yeşilçam’a ayrı önem verilen müzede, yirminin üzerinde yönetmenin uluslararası yarışmalarda aldığı film ödülleri de sergileniyor. Necip Fazıl, Atıf Yılmaz gibi isimlerin el yazması senaryolarına burada rastlıyoruz. Film çekmeden önce yaşanan film vesikaları, kütüphane kartları, reddedilmeler, senaryodan çıkarılan bölümler gibi onlarca anı ile birlikte…
Bu bölümde yer alan en önemli eserlerden birisi 29 Ekim 1933 tarihinde, Ankara Hipodromu’nda Mustafa Kemal Atatürk tarafından okunan 10 Yıl Nutku’nun çekildiği kamera.
***
Müzenin ikinci bölümü ise “İnteraktif Dijital Müze”…
Bu bölümde de Türk Sineması’nın birbirinden özel filmleri dijital masa uygulamasıyla sunuluyor.
“Artırılmış Gerçeklik” bölümü sayesinde hafızalara kazınan film sahneleri, tabletler yardımıyla oynatılıyor.
Yine güzel düşünülmüş, yeşil perde ile de Yeşilçam’ın önemli sahnelerinde yer bulabiliyorsunuz.
***
Bir de telefon bölümü var, “Yeşilçam Telefonda”… Benim en çok dikkatimi çeken bölümlerden birisi burası. Yeşilçam’da telefon sahneleri, ahizelerde seslendirilip, ekranda ziyaretçilere sunuluyor.
***
Müzenin giriş katı, zaman içerisinde yapılan müdahaleler nedeniyle bezeme ve özgün mekân ögelerinin önemli bir bölümünü kaybetmiş olsa da sonradan oluşturulan, yaratılan eklerin arkasında kalmış olan eşsiz tavan bezemeleri restorasyon çalışması sırasında ortaya çıkarılmıştır. Tavanda karşımıza çıkan kalemişi süslemelerde çeşitli manzara tasvirleri ve madalyonlar dışında, stilize bitkisel motifler de görülmektedir.
Binadaki mermerden yapılmış olan şöminenin iki ucunda volüdlü başlık üzerinde görünen “Gargoyle (Gargouille)’’ tasvirleri oldukça dikkat çekici. Efsanevi yaratıklar veya çirkin insan yüzlerinden oluşan gargoylelerin, istenmeyen ruhları kovduğu ve bulunduğu yeri kötülüklerden koruduğu düşünülmektedir. Genellikle 13 yüzyılda Avrupa’daki binaların çatılarında, su yolları için dekoratif bir amaçla kullanıldığı bilinen gargoylelerin dekoratif olanları da yapılmıştır. Latince kökenli garg (boğaz) ve Fransızca gueule (ağız) kelimelerinden oluşmasından anlaşıldığı gibi, işlevleri sebebiyle ağızları açık şekildedir.
***
Restorasyon çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan ve İtalyanca’da küçük erkek çocuk anlamına gelen “Putto’” adı verilen figürlerin kökeni, Yunan aşk tanrısı Eros’a dayanmaktadır. Batı’da büyük bir alana yayılan putti (çoğul) klasik dönemde mitolojik karakterleri tasvir ederken, rönesansla birlikte meleklerin tasvirinde de kullanılmaya
başlanmıştır.
Sevgiyi, aşkı ve saflığı temsil etmektedir. İstanbul Sinema Müzesi binası, Putto figürlerinin İstanbul’da kullanıldığı ender yapılardan biridir. Bu figürlerin, beraberinde genellikle av hayvanları ve meyve tabakları ile tasvir edildiği göz önünde bulundurulduğunda, salonun işlevi hakkında da ipucu vermektedir. Freskler üzerinde sanatçı
imzası bulunmaması sebebiyle, kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir.
Merkezde karşılıklı yer alan, önlerinde yemek masası bulunan putto tasvirlerine bakıldığında, Batı’da Feniks, İran geleneğinde Simurg, Orta Doğu geleneğinde Anka kuşu, Türk geleneğinde Tuğrul adını alan efsanevi kuşla çerçevelendiği görülmektedir. Bu kuşun, en önemli özelliği ölümsüzlüğüdür. Simurg figürü Pers sanatı ve edebiyatının tüm dönemlerinde görülür ve Azerbaycan, Gürcistan, Orta Çağ Ermenistan’ı, Doğu Roma
İmparatorluğu ve Pers kültürünün etkili olduğu başka bölgelerin ikonografilerinde de yer edinmiştir.
Hippolyte Dominique Berteaux tarafından yapılan, dört elementin tasvir edildiği freskler tavanın dört köşesine yerleştirilirken merkezde ise yaz ve ilkbahar tasvirleri yer almaktadır.
Éole’nin bu fresklerde ana figürlerden biri olarak seçilmiş olmasının tesadüf olduğunu söylemek pek mümkün değil. Zira Éole, yani Aeolus, Antik Yunan ve Roma’da rüzgâr tanrısı ya da rüzgârların efendisi olarak geçer. Notos, Boreas, Euros ve Zephyros rüzgârlarını Zeus’un emriyle kontrol eder. Birçok hanedan armasında sembolü mevcuttur. Bu bağlamda Éole figürünün seçilmiş olması, misafirlere yönelik güçlü bir mesaj, derin bir politik tevazu içeren güç ve gösteriş aracıdır. Zira Éole’nin dört büyük rüzgara hükmetmesine rağmen
bunları Zeus’un emri doğrultusunda yönetiyor olması, hem bereketin hem felaketin gücünü elinde tutmasına rağmen bunu Zeus’un üstün iradesinin dışında kullanmaması, yapının banisi tarafından misafirlere, dış dünyaya yönelik verilmiş ince bir mesaj olarak yorumlanabilir.
Suyu betimleyen fresk için seçilmiş olan figür Nymphe, bir peridir. Antik Yunan ve Roma mitolojisinin önemli bir parçasını oluşturan Nymphe figürü, genel itibarı ile saflığı, temizliği, tazeliği sembolize eder.
Ateşi betimleyen fresk için seçilmiş olan savaşçı figürü de yine dış dünyaya yönelik verilmek istenen güçlü bir mesajı içeriyor gibi görünmektedir. Zira bir elinde ateş, bir elinde kılıç tutan, karanlık bir ufukta yaşanan volkanik bir patlamaya gözlerini dikmiş savaşçı, her türlü mücadeleye sonuna kadar hazır algısı yaratıyor. Bir diğer yandan, ateşle, en çetin koşullarla sınanmış, ateş ile pişmiş ve güçlenmiş olduğu hissi veren savaşçı figürü, dört
element betimlemesi arasında en “sert” betimleme olarak diğerlerinden ayrılıyor. Toprak elementini betimleyen fresk belki en klasik figüratifin kullanıldığı fresktir.
Binlerce yıldır hemen hemen tüm kültürlerde toprak, başak ve kadın ile ilişkilendirilmiştir. Bereketin, hayatın yeşermesinin, doygunluğun sembolizmi, toprak-başak-kadın üçlemesi ile yaygınlaşmıştır. Yapının bu en büyük bölümünde, yapının banisinin dış dünyaya zenginliğini, bereketini ve sahip olduğu doygunluğu bu güçlü ve klasikleşmiş sembolizm ile göstermek istediğini düşünebiliriz.
Yapının bu kısmında yer alan ilkbahar ve yaz figüratiflerinde dikkati çeken en önemli detay, iki freskte de ikişer figürün yer almasıdır. İki freskte de ikincil figürler bebek ya da çocuk olarak seçilmiş gibi görünmekle birlikte, bu figürler aslında melek olarak (putto) figüratiflere dahil edilmiştir. Tanrısal bir bahşetme ile gelen bereketin, özgüvenin ve huzurun resmedildiği bu freskler, dört element ile verilen mesajları tamamlıyorlar.
Yapının bu bölümündeki en dikkat çekici freskin ise bilim ve edebiyatı betimleyen fresk olduğu söylenebilir. Karşılıklı iki kadın figürünün bulutların arasında tasvir edildiği freskte kadınlardan biri elinde pusula ile dünya küresine yaslanmakta iken bir diğeri elindeki rulo ve kalemle düşünür bir halde tasvir edilmiştir ve ona bulutların arkasından bakan, elinde bir lir ile tasvir edilmiş ilham perisi bulunmaktadır.
Bu kadar zenginlikten sonra, hem Atlas Sineması’nı, hem binayı hem de İstanbul Sinema Müzesi’ni ziyaret etmek kalıyor bize…
Adımlayın Cadde-i Kebir’i ve binanın girişinden itibaren bambaşka bir dünyaya bırakın kendinizi…