Yasemin’in hatırına
Nereye gidiyorsun KKTC?
Nerede o yasemin kokan sokakların ve çam kokulu yeşil dağların? Biz nerede bıraktık onları, nasıl yaktık canını senin?
Ne yeşilini, ne dağını, taşını, ne de huzurunu bıraktık içinde…
Her geçen gün biraz daha hoyrat davranarak, biraz daha kanını emerek yok ettik bu güzel adamızı.
Savaşlarla kana boğduk, kıpkırmızı ettik içine çektiği kanla ve kokuttuk (!) barut kokusuyla.
Doydu toprak kana, baruta ve kanlı toprağı dövdük gözyaşlarımızla.
Buna rağmen filizlendi umutlarımız, sivrildi bütün kirlerin arasından. Boy verdi yeniden zeytin ve yasemin. Tam büyüyüp, güzel tütecek derken bir kez daha ezdik, kırdık, söktük, dağıttık ve yok ettik, umutlarımızla birlikte.
Sevemedim ben bu halini toprağımın.
Beğenmedim, içime sinmedi.
Hep daha güzeli bulmak için çıktım sokaklarına, yürüdüm, yürüdüm, yorulmadan yürüdüm…
Usanmadan toplandık milyon kere meydanlarına, bu çarpık, bozuk, yürümeyen düzenden rahatsız yoldaşlarla. Gün geldi yağmur altında haykırdık, yumruklarımızı sıktık, bağırdık… Gün oldu dayak yedik, yöneticilerin emriyle güvenlik güçlerinden… Sokaklarda da yattık, sınır boylarında da…
Her güzel haberin ardından bir olumsuz haberle karşımıza çıkıp, kursağımızda bırakıldı güzel yarınlarımız.
Çocukluk Kıbrıs’ımı özledim… Çocuk oyunlarımı, bahçemdeki zangalak ve nar ağacını… Ağzımı musluğa dayayıp Küçük Kaymaklı’daki evimizin bahçesindeki musluktan su içmeyği özledim… Sabahın köründen, gece yarılarına kadar sokaklarda deli gibi futbol oynamayı, sinema yıldızlarını taklit etmeyi ve arkadaşlarımızla birbirimize korku hikayeleri anlatmayı özledim…
Şimdi korku hikayelerini yaşıyoruz… Hani Murathan Mungan’ın dizelerindeki gibi “Biz büyüdük ve kirlendi dünya…”
Son zamanlarda yaşananları gördükçe çocukluğumun KKTC’sini özlüyorum.
O dönemin şarkıları da başkaydı, arkadaşlıkları da dostlukları da, insanları da… Değiştik zamanla ama güzele doğru değil, iyiye doğru değil, hep kötüye, hep daha betere, hep karanlığa doğru yürüdük. Yürümedik koştuk ve hala koşuyoruz.
Üzgünüm, bitirdik seni Kıbrısım… Hep bir elden içine ettik…
Halbuki ne de güzeldi Şeher, o eski sıcaklığıyla, adanın sıcağında… Belki yoktu paramız, ama huzurumuz vardı Akdeniz’in bu küçücük adasında… Tarihimiz gibi parçalandık, durduk, yalanlarla büyüdük.
Ne birine yar olduk, ne öbürüne, ne de kendimiz hayır ettik bunun içinde. Ne olduğumuz, ne olacağımızı düşüne düşüne nesilleri yedik, yuttuk, üstüne bir bardak da su içtik…
Savaş çığırtkanlıklarıyla naralar atarak, başka devletler istedi diye burada kan akıttık, öldürdük masum insanları, onlar da bizi… Hala temizleyemiyoruz bu savaşın pisliğini…
Savaş sonrasında ona buna dağıtarak toprakları, kendi cebimizi daha fazla doldurmak istedik. Ne kadar çok koltukta oturursam, o kadar çok hazır para, o kadar çok itibarlı olacağını zannetti kimileri ve para ile kandırdılar da bazılarını. İşin acısı hiçbir şey yapmadan onlarca yıl oturdular da…
Şimdi o her şeyi bildiklerini iddia edenlerin hiçbir şey bilmediklerinin göstergesi olarak, almış oldukları kararları ne kadar da bu ülkeyi kaosa, ölümlere, acılara, sıkıntılara ittiklerinin acı meyvelerini yaşıyoruz. Her gün biraz daha, her gün biraz daha fazla…
Eğer bu ülkenin kuzey yarı tarafında her gün birileri öldürülüyorsa, çeşit türlü katiller ürüyorsa, sokakta güven kalmadıysa, sağlık ve eğitim çöktüyse, gençlerimiz işsizlikten yakınıyorsa, trafikte canlarımızı bırakıyorsak ve ruh halimiz bozulmuşsa hepsinin sorumlusu sizlersiniz. Ve de sizi seçenlerin boynunadır bu acıların vebali…
Özledim çocukluğumun Kıbrıs’ını…Komşularımı, insanlarımı, temizliğini, saflığını ve doğallığını… Bu satırları yazarken Kıbrıs ağzıyla “pekili kapılar ardında, marazlanarak” yazmak istemezdim ama ne yazık ki tedirginim, her şeyden…
Sımsıkı sarılıp bir kez daha öpüyorum ve ciğerlerime çekiyorum kızımın kokusunu, adıyla büyüyen yaseminin hatrına…
(1 Kasım 2018, Lefkoşa)